Tarihçe

MARMARA GRUBU VAKFI

KÜRESELLEŞMENİN KÜÇÜK BİR ÖRNEĞİDİR 

Marmara Grubu Vakfı, bir barış ve diyalog inisiyatifi olarak 1985 yılından beri çalışmalarını sürdürmektedir.

Sivil düşünce felsefesinin sahibi olarak Marmara Grubu Vakfı ortak sorunlara ortak çözümler üretmeye gayret eden, bunun için kampanyalar düzenleyip karar organları üzerinde kamuoyu baskısı yaratan bir güçtür.  

Dolayısıyla küreselleşmenin yeni jeopolitik aktörlerinden biridir.

Özellikle uluslararası ilişkiler sisteminin ve bugünkü jeopolitik yapının önemli bir parçası olan Marmara Grubu Vakfı uluslararası sivil inisiyatif alanında kabul gören bir kuruluştur.

Daha geniş bir değerlendirmeyle Marmara Grubu Vakfı katılımcılığı, toplumsal değişimin önemli bir düşünsel alanı olarak nitelendirmektedir. Bize göre küreselleşmenin ve demokrasinin ana prensibi katılımcılıktır. 

Marmara Grubu Vakfı olarak küresel düşüncenin, sivil toplumun değer ölçüleri içinde düşünsel bir alan oluşturduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla kürselleşme ile birlikte sivil inisiyatifin varlığı artık gelişmenin yani sürdürülebilir demokrasinin ve ekonomik kalkınmanın araçlarından biri olmuş bulunmaktadır.

Küreselleşme kavramının çok öncesinde, 27 Şubat 1950 tarihinde 288-B numaralı kararında Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi, sivil toplum kuruluşlarının Birleşmiş Milletlerin çalışmalarına "hükümetler arası anlaşmalar dışı örgütler" olarak katılabileceğinin kabul edildiğini belirtmiştir.

Küreselleşmenin ortaya çıkması ve kabul görmesiyle sivil inisiyatifler günümüzde her türlü etnik ve milli sınırları aşarak yapının her alanında, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, iletişimsel hayatta da etkin bir hale gelmişlerdir.

Küreselleşmenin çağdaş jeopolitik literatürde sivil toplum kuruluşlarını algılaması ise farklılıklar göstermektedir.

Etki gücüne göre sivil toplum kuruluşları iki grup halinde değerlendirilebilir:

Herhangi bir ülke içinde etkin olan sivil toplum kuruluşları,

Uluslararası alanda etkin olarak pek çok ülkenin iç meselelerini ve uluslararası konuları etkileme gücüne sahip bulunan sivil toplum kuruluşları.

Uluslararası arenada etkin olan sivil toplum kuruluşları daha çok insani konularla, insan hakları, çevre ve ekonomik entegrasyon konularıyla ilgilenmektedir.

Örneğin Sınır Tanımayan Doktorlar (Doctors Without Borders), Sınır Tanımayan Gazeteciler (Journalists Without Borders), Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International), Özgürlük Evi (Freedom House), Uluslararası Şeffaflık Örgütü (International Transparency Organization), Yeşil Barış (Greenpeace), Femen Hareketi (Femen) ve bunun gibi kuruluşlar.

Küreselleşmenin yeni aktörlerinden sivil toplum kuruluşları, artık uluslararası arenanın vazgeçilmezleridir.

Bir başka deyişle küreselleşme, sivil toplum kuruluşları arasında artan bağlantılar olarak da algılanabilir. Bütün yerkürede insanların bağlantılarının artması, teknolojik, kültürel, düşünsel, iletişimsel bağlantıların da artmasına neden olmaktadır.

Daha da ileri giderek söylemek gerekirse; günümüzde sivil toplum kuruluşları, uluslararası arenada etkin olmanın dışında, bir takım devletlerin sınırları içinde yürüttükleri kampanyalarla bu devletlerin politikalarını da etkileyebilmektedirler.

Bu yeni durum bir jeopolitik kavramı olan "devletin egemenliği" prensibinin mahiyetini de günümüzde büyük ölçüde değiştirmiştir.

Küreselleşen dünyada, insanlığı tehdit eden olayların ve süreçlerin geniş jeopolitik görüşler yerine ciddi küresel yaklaşımlar ve bilimsel temele dayalı olarak sivil düşüncenin evrensel boyutlarında ele alınması gerekmektedir.

Ancak bu tarz bir yaklaşım sivil toplum kuruluşlarının daha verimli, daha sorumlu bir yapıya ulaşmasını temin edecektir.

Artık küreselleşme, toplumsal yaşamın yeni bir mekânı haline dönüşmektedir.

Örnek vermek gerekirse önceleri yönetişim devlet demekti. Kuralları devlet koymaktaydı.

Daha küresel bir dünyada yönetişim artık yalnız ve tek başına devlet olmaktan çıkmaktadır. Katılımcılık ve sivil toplumun görüşleri devletlerin karar alma mekanizmalarını etkilemeye başlamaktadır. Ve devletler değişim eğilimi göstermektedirler. Artık pek çok devlet küresel sivil toplum örgütlerine kulak vermektedir. IMF'yi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni, Birleşmiş Milletler tavsiyelerini dinlemek ve dikkate almak zorunda kalmaktadırlar.

Bu çok merkezli yönetişim, halkın artan demokrasi talepleri, hükümetlerin yalnız kendilerine sempati duyan halkın oyları ile ayakta kalmasına küreselleşen ortamda yetmemektedir.

Küreselleşmede yönetişim, devletin karar verme yetkisini halklarla paylaştığı sürece demokratiktir. Sivil toplum da yapılan düzenlemelerden etkilendiği ölçüde ve bunlar hakkında karar verebildiği sürece demokratiktir.

Küreselleşmenin yaşandığı bir ülkede demokratik yönetişim varsa o zaman kararlar sivil toplum kuruluşlarıyla ortaklaşa alınıyordur. Demokratik yönetişim, küreselleşme ile birlikte sivil toplum kuruluşlarının artan rolünün bir göstergesidir.

Küreselleşmenin sonuçlarından biri olan demokratik yönetişim, açıklık, şeffaflık, hesap verebilirlik demektir. Dolayısıyla, sivil toplum kuruluşlarının hesap sorabilmesi demektir.

Bütün bunların bir gün gerçek olabilmesi ancak yurttaşların içinde yaşadıkları koşulların bilincinde ve bir birey olmaları ile mümkün olabilir.

Böyle olmazsa yönetişime nasıl katılabilirler?

Bildiğimiz gerçek şu ki, toplum olarak küreselleşme ve yönetişim hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Bu ne okullarda, hatta ne de üniversitelerde öğretilmektedir. Medya, yönetime bağlı kuruluşlar da bizi yeterince aydınlatmamaktadırlar.

Birinci sorunumuz budur! Yurttaş cehaletiyle küreselleşemeyen birey!

Biz sivil toplum kuruluşları, daha demokratik bir küreselleşme istiyorsak, kurumlarımızı niteliksel ve niceliksel olarak güçlendirmek, ama önce öğrenmek ve kendimizi eğitmek zorundayız.

DAHA ÇOK DİYALOG

Daha çok diyalog, daha çok ticaret, daha çok temas, daha çok kabulleniş bu bölgeye istikrar getirecektir. Zaten Marmara Grubu Vakfı'nın ortaya koyduğu düşünce küreselliğin doğal bir yaklaşımından başka bir şey değildir. Küreselleşmenin boyutunu diyalog oluşturursa, küresel düşünce bir anlam taşıyabilir.

Küresel boyutta ticaret diyalogla büyüyebilir.

Küresel boyutta zenginlik diyalogla gerçekleşebilir.

Küresel boyutta refah diyaloğun varlığıyla orantılıdır.

Refah olmadan, zenginleşilmeden, ticaret yapılmadan barışa ulaşmak ütopyadan başka bir şey değildir.

Bizlere düşen sabır, özen ve inatla diyalog daha çok diyalog diyerek insanları nasıl bir arada yaşatabiliriz? Nasıl daha zengin, daha mutlu ve daha sevecen bir coğrafyanın hudutlarını çizebiliriz? Küçük düşünmeden, dar ve çapsız kalıplarda kendimizi hapsetmeden, sınırsız ufuklarda engin tasarımlara yönelmeli ve diyalogun çerçevelediği demokrat, özgür, samimi bir coğrafyada istikrar içinde yaşamanın yollarını diyalogla aramalıyız.

Evet, barış için, birlikte yaşamak için, ihtiyacımız diyalog, daha çok diyalogdur.

BARIŞ'A BÜYÜK ÖNEM VERMEKTEYİZ

Marmara Grubu Vakfı olarak barışa büyük önem vermekteyiz.

İnsanlığın geleceği açısından barışın önemi her şeyin önündedir.

Burada Büyük Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu "Yurtta barış, cihanda barış" ilkesinden de bu vesileyle söz etmek istiyorum.

“Yurtta barış, cihanda barış” ilkesi, Atatürk Türkiye'sine önce Kurtuluş Savaşı’nı, daha sonra da içeride çağdaş bir yapı, dışarıda ise, bütün uluslararası toplumda saygınlık kazandırmıştır. Bu ilke, Atatürk’ten günümüz Türkiye'sine kalan en veciz bir dış politika düsturudur. Hatta yalnız Türkiye için değil, bütün dünya milletleri bakımından da geçerli bir doğrultuyu ortaya koymaktadır.

“Yurtta barış, cihanda barış” ilkesinin iç yönü, devletlere, kendi toplumlarında siyasî, iktisadî ve sosyal bakımdan çağdaş bir yapı oluşturma görevini vermektedir. Kalıcı bir iç barış, ancak bu yoldan sağlanabilecektir. Bu, devletlerin, yalnız kendi milletlerine değil, uluslararası topluma karşı da görevini oluşturmaktadır.

“Yurtta barış, cihanda barış” ilkesinin dış yönü ise, devletlere, özellikle şu iki sorumluluğu yüklemektedir: Hukuka bağlılık ve bölgesel-uluslararası alanda işbirliğine katkı. “Hukuka bağlılık”, barışın temel şartıdır. Uluslararası toplumun hukuku, uluslararası hukuktur. Fakat uluslararası hukuk iç hukuk kadar gelişmemiştir; çünkü uluslararası toplum, ulusal toplumlar kadar iyi teşkilâtlanmamıştır. Uluslararası hukuk, henüz ilkel nitelikte olan uluslararası toplumun, pek gelişmemiş bir hukukudur. Devletler, uluslararası sorunlarının önemli bir bölümünü hukukî yollardan çözüme bağlamak istememektedir. Bunun birinci nedeni, uluslararası hukukun henüz yeterince gelişmemiş olmasıdır. İkincisi de, devletlerin, önemli sorunlarını hukukî yollardan çözmek ve uluslararası yargı organlarına götürmek istememeleridir. Uluslararası yargı organlarında, hemen her zaman, anlaşmazlıkta taraf olan devletlerin de hâkimleri veya hakemleri bulunmakla birlikte, mahkeme üyelerinin çoğunluğunu başka devletlerin vatandaşları oluşturmaktadır. Devletlerin, önemli sorunlarını bu organlar önüne götürmek istememelerinin başlıca nedeni budur. Uluslararası hukuk, her türlü eksiğine rağmen gelişme halindedir. Uluslararası topluma düşen görev, bu gelişmeye sürekli katkıda bulunmaktır.

“Bölgesel-uluslararası alanda işbirliğine katkı”da, “cihanda barış”ın temel bir şartıdır. Barışı korumaya yönelik gerek bölgesel, gerek uluslararası çaptaki işbirliği faaliyetlerine katkıda bulunmak, bu amaçla oluşturulan kuruluşlar içinde veya diğer çalışmalarda yer almak, sivil toplum örgütlerine de devlet kadar sorumluluk yükleyen bir başka görevdir.

BARIŞA UZANAN YOLDA

AVRASYA EKONOMİ ZİRVELERİ'NİN HİZMETİ BÜYÜKTÜR

Marmara Grubu Vakfı olarak barışın ancak refahla yaşayacağına inanmaktayız. Refahı da komşularımızla gerçekleştireceğimiz ticaret ve işbirliğine dayandırmaktayız. Ülkeler arasında gelişen ve gelişmekte olan ticaretin güçlü ve zayıf yanlarını inceleyerek, taraflara sağlayacağı yararları ortaya koymanın ve teşvik etmemizin önemine inanıyoruz. Her şeyden önce mevcut zorlukları ortadan kaldırmak üzere yapıcı bir çaba göstermemiz halinde, henüz ortaya çıkarılmamış nice büyük potansiyelden yararlanacağımızı da unutmamalıyız. Bu alanda tertiplediğimiz Avrasya Ekonomi Zirveleri'nin ülkeler arasındaki işbirliğini ciddi biçimde arttıracağına gönülden inanıyoruz.

Geride bıraktığımız günlerde diyalog çalışmalarımız kapsamında sayısız ülke ile yoğun ve verimli görüşmelerde bulunduk. Sivil toplum kimliğimizle ülkeler arasında işbirliğini diyalogla daha da attırma potansiyelinin olduğuna inanıyoruz.

Sivil toplum alanında ülkelerarasında işbirliğimizi güçlendirmek için yaptığımız istişari değerlendirmeler güzel fırsatlar sunmaktadır.

Marmara Grubu Vakfı olarak, sivil toplum kimliğimizle ülkeler arasında işbirliğinin artırılması. stratejik bir ilişkiye zarar verebilecek unsurlar olan anlaşmazlık ve yanlış anlamaların da önüne geçecektir. Ülkeler arasında daha derin bir diyalog yürütülmesi ülkelerin yakınlaşmasını sağlayacaktır.

AVRUPA BİRLİĞİ ÇAĞIN PROJESİDİR

Marmara Grubu Vakfı her zaman olduğu gibi Avrupa Birliği'ne entegrasyon sürecinin güçlü bir savunucusudur. Marmara Grubu Vakfı Avrupa değer ve standartlarına bağlıdır. Türkiye'nin AB'ye daha yakınlaştıracak reformlara yeniden sarılması ise bu alanda en büyük temennimizdir.

Avrupa mantığı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa bütünleşmesini sağlayan ve çok kültürlülüğü geliştiren, koruyan bir düşünce biçimidir. Bu felsefe, savaş sonrası dönemin kendine has (özgün) koşullarında ortaya çıkmış ve bugünkü birleşik Avrupa’nın oluşmasını sağlamıştır. Onun için bir barış ve refah projesi olan Avrupa Birliği birlikteliği 2012 Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür.

Marmara Grubu Vakfı Avrupa Birliği projesine yüzyılın projesi olarak bakmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği yaklaşımını vazgeçilmez bir ilke olarak değerlendirmektedir. Henüz kıtasal anlamda bir bütünlüğü temsil eden Avrupa Birliği Türkiye’nin bütünleşmesiyle küresel bir olgu haline gelecektir.

İnanıyorum ki; eğer Türkiye Avrupa ile olmazsa yarın ona karşı olacaktır ve o zaman idealist Avrupa ile kendi yolunda yürüyen Türkiye arasında korkunç bir iktisadi, hatta kültürel bir çatışma ortaya çıkabilecektir. Bu çatışmanın başlangıç noktası bir zenginlik olan çok kültürlülüktür.

Artık iyice görüyoruz ki; bugün bizi bekleyen “silahlı çatışma” tehlikesinden daha büyük bir tehlikedir. Ve bildik dış politika manevraları ve istihbarat oyunlarıyla bu tehlikenin önüne geçemeyeceğimiz de ortadadır.

Çok kültürlülük ve çok kültürlülüğe tahammül çağımızın sorunudur. Bu bir zenginlik olduğu kadar bir tehlike ve tehdittir de! Dolayısıyla bir zamanlar demokrasi, eşitlik ve hürriyet felsefesiyle kurulan dünya düzeni bugün en nazik ve en kırılgan evresindedir.

ABD Başkanı Obama, ikinci defa seçimi kazandıktan sonraki konuşmasında, Amerika Birleşik Devletleri’nin en büyük zenginliğinin çok kültürlülük olduğunu söyledi. Bu günümüzün en geçerli değer ölçüsüdür. Bunun için de Avrupa Birliği perspektifinin çok kültürlülüğün barış içinde yaşayabilmesi için vazgeçilmez olduğuna inanıyorum ve Türkiye’nin AB’ye olan ihtiyacının AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacından az olmadığını sanıyorum.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabulüyle birlikte Avrupa’nın değerleriyle, Asya’nın zenginlikleri bir batı-doğu sentezi üzerinde yan yana gelecektir. Bu yeni anlayış, birleşmeye zemin sağlayacak olan diyalektik bir sonucu kendiliğinden oluşturacaktır.

Avrupa Birliği evrensel değerler üzerinde şekillenen bir barış projesi olduğundan Türkiye’nin üyeliği ile dünya barışına katkı sağlayacak dolayısıyla küresel bir aktör haline gelerek kendi diyalektiğini de gerçekleştirecektir.

AZERBAYCAN İLİŞKİLERİ ÖRNEK İLİŞKİLERDİR

Bugün Azerbaycan-Türkiye arasında mevcut ikili ilişkiler Kafkasların barışının kaynağıdır. Zira Türkiye ile Azerbaycan arasında var olan birlik ve beraberlik örnek gösterilecek çaptadır. Azerbaycan Cumhurbaşkanı seçimlerinden sonra ilk ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirmiştir. Türkiye Başbakanı da geride bıraktığımız Nisan ayında seçim sonrası ilk ziyaretini Azerbaycan'a yapmıştır.  Bu gelenek bize Türkiye Azerbaycan ilişkilerinin ne kadar yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir.

Gene dış ticaret hacmi 15 milyar dolara yürüyen iki ülkenin geleceğe bakışındaki altyapı her geçen gün daha da güçlenmektedir. Azerbaycan'ın Türkiye'deki yatırımlarında hedefleri gerçekten çok büyüktür. Bunların en önemlisi TANAP'tır.

Dünyanın teknik acıdan ikinci büyük projesi olan TANAP projesini Türkiye ve Azerbaycan için bir fırsat olarak değerlendirmekteyiz. Bu proje Avrasya'nın enerji tarihinde bir devrimdir. Zira Avrupa'nın 2035 yılında yaklaşık 600 milyar metreküplük gaz açığının olacağı öngörülmektedir. Bu gaz açığını TANAP kapatacak dolayısıyla ülkemiz bir enerji merkezi haline gelecektir. İlk gaz sevkiyatının 2019 yılının basında gerçekleştirileceği öngörülen bu proje ile Azerbaycan ve Türkiye, Avrupa ve Balkanların enerji güvenliğinde söz sahibi olacaklardır.

Avrasya enerji haritasını sekilendiren enerji jeopolitiğine yeni bir boyut kazandıracak olan Güney Gaz Koridoru da yalnız Hazar gazi için değil ayni zamanda Doğu Akdeniz, Türkmenistan ve Kuzey Irak gazi için de baslıca nakil boru hattı olma potansiyeline sahiptir.

Türkiye Azerbaycan arasında bir baksa önemli proje de Sah Deniz'in yaratacağı ekonomik değerin 25 yıl içinde 200 milyar dolara ulaşması beklenmektedir.

Trans Adriyatik Boru Hatti projesiyle de TANAP ile taşınan doğalgaz Yunanistan'a, Arnavutluğa ve İtalya'ya ulaştırılacak oradan da Avrupa pazarlarına naklettirilecektir. Bütün bu projeler Azerbaycan-Türkiye işbirliğinin yüksek bir basarîsidir.

Azerbaycan ile Türkiye arasındaki bağların ne kadar güçlü olduğunun bir başka göstergesi de Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol hattı, Bakü-Tiflis-Kars demiryolu, Erzurum Projeleridir.

Türkiye ile Azerbaycan arasında siyasi, askeri, iktisadi, kültürel, ticari alanlardaki birliktelik, dayanışma yalnız bizim değil Kafkasların geleceği açısından hayli önemli bir anlam taşımaktadır. Özellikle doğalgaz konusunda atmakta olduğumuz, atacağımız adımlar, yatırımlar da bunun ayrı bir örneğidir. Bu konularla ilgili daha önce Petkim'de başlayan süreç ve Petkim'deki yeni yatırımlar, bu adımların ne kadar önem arz ettiğini ortaya koymaktadır. Türkiye ile Azerbaycan bu dayanışması ve kardeşliğimiz bundan sonraki süreçte de aynı kararlılıkla devam edecektir. Tarafların bunda en ufak bir endişesi yoktur.

Azerbaycan'ın Dağlık Karabağ konusu ise Türkiye'nin kırmızı çizgisidir.           "Türk hükümeti bugüne kadar nasıl tutum içindeyse bundan sonra da yine aynı kararlı tutum içinde olacaktır. Burada taviz vermemiz asla söz konusu değildir." Bu sözleri Türkiye Başbakanı son Azerbaycan ziyaretinde resmen söylemiştir. 

Azerbaycan Türkiye`nin başarılarını, Türkiye Azerbaycan'ın başarılarını kendi başarıları gibi algılamaktadır. Biz birlikte seviniyoruz ve çok mutluyuz ki, bugün Türkiye-Azerbaycan ilişkileri dinamik gelişmeler aşamasındadır. Bütün alanlarda kardeş, dost gibi ortak çalışmalar yaparak Kafkaslara örnek olmak istiyoruz.

İPEK YOLU BİR FELSEFEDİR

Marmara Grubu Vakfı olarak Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilere büyük önem vermekteyiz. Bugüne kadar Çin Halk Cumhuriyetine 20'nin üzerinde resmi ziyarette bulunduk.

Çin Halk Cumhuriyeti, China Faundation for Human Rights Development kuruluşu ile 11 Nisan 2012 tarihinde bir partnerlik anlaşması imzaladık.

Gene Çin Halk Cumhuriyeti China Association for International Friendly Contact ile 8 Nisan 2013 tarihinde ayrı bir işbirliği anlaşmasına imza attık.

Tertiplediğimiz Avrasya Ekonomi Zirvelerimize Çin Halk Cumhuriyeti önemli heyetlerle her yıl katılmaktadır. Özellikle de Çin Halk Cumhuriyeti'nin Sayın Li Zhaoxing başkanlığında katıldığı toplantının bizim için anlamının büyük olduğunu da vurgulamak isteriz. 

Gene Çin Halk Cumhuriyetinin "Chinese People's Association for Peace and Disarmament" kuruluşu ile 14 Haziran 2013 günü İstanbul'da çok önemli bir sivil birliktelik ortaya koyduk.

Çin Halk Cumhuriyeti'ne ilk ziyaretimizi 23 Ocak 2009 tarihinde Şangay İşbirliği Teşkilatı'nın daveti üzerine gerçekleştirdik. Bu davete Müjgan Suver, Mine ve Cengiz Güldamlası ile birlikte icabet ettim. Bu muhteşem ve verimli bir ziyaretti.

İkinci defa Dr. Akkan Suver Chongqing'deki 2. Global Vakıflar Zirvesi Forumu'nun davetine icabet etti. Chongqing'e geldim. Burada yapılan uluslararası 2. Global Vakıflar Zirvesi Forumu'nda bir konuşma yaparak Türk sivil inisiyatifini anlattı.  

Üçüncü olarak Marmara Grubu Vakfı adına 22 Ağustos 2013 tarihinde Üyelerimizden Cafer Okray, G20 Hazırlık Toplantısı'na gitti. Remnin Üniversitesi Chongyang Finans Enstitüsü'nün davetlisi olarak katıldığı toplantıda bir sunum yaparak Türkiye-Çin ilişkilerini ve G20 konusunu gündeme getirdi.

6 Aralık 2013 ile 12 Aralık 2013 günleri Marmara Grubu Vakfı olarak Çin Halk Cumhuriyetine bir ziyarette daha bulunduk. Bu ziyarette Dr. Akkan Suver, Müjgan Suver, Engin Köklüçınar, Şamil Ayrım, Gülhan Ayrım, Yüksel Çengel, Ayfer Çengel, Fatih Saraçoğlu, Ertuğrul Kumcuoğlu, Ümran Kumcuoğlu, Cahit Karakullukçu, Ayşe Deniz Karakullukçu, Aslı Yanardağ hazır bulundular. Çin Halk Cumhuriyetinde "Chinese People's Association for Peace and Disarmament" , "China Council for the Promotion of International Trade", "Center for Eurasian Strategic Studies", "Tsinghua University, State Ethnic Affairs Committee of the People's Republic of China" kuruluşları ile toplantılar yaptık. Buralarda Türkiye ekonomisini ve Türkiye'nin aydınlık yüzünü ortaya koyan, Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında var olan ilişkilerin daha da geliştirilmesini hedefleyen görüşler bildirdik. Bu ziyaretlerin yanı sora Çin'in muhtelif şehirlerinde uluslararası toplantılara iştirak ettik. 

Kuşak ve Yol Projesi'nin imza törenlerinde ve 2 yılda bir yapılan genel toplantılarında Dr. Akkan Suver, Türk sivil toplumu adına Marmara Grubu Vakfı'nı temsilen hazır bulundu.   

Marmara Grubu Vakfı olarak "Demirden İpek Yolu" diye değerlendirdiğimiz İpek Yolu'nun ihyasına büyük önem vermekteyiz. İpek Yolu'nu biz bir felsefe olarak kabul ettik.

Tarih çerçevesinde yalnız ticaretin değil ülkeler arası dostluğun ve barışın pekişmesinde önemli bir rol oynayan İpek Yolu felsefesi gerçekleştiğinde Pasifik Okyanusu ile Baltık Denizi'ni birleştirecektir.

Orta Asya Hint Okyanusu ve Basra Körfezi'yle bağlamak ve ticaretle yatırımı kolaylaştırma anlaşmaları yaparak karşılıklı yarar temelinde işbirliklerini geliştirecektir.

İpek Yolu ekonomik ve barış hattının kurulması uzun vadeli iyi komşuluklara, dostluklara ve yeni ekonomik işbirliklerine de ayrı bir kapı açacaktır.

Marmara Grubu Vakfı olarak inanıyoruz ki; tarihte İpek Yolu boyunca bütün ülke halkları binlerce yıldır konuşulan bir dostluk destanı yazmıştır. Ortak kazanç temelinde karşılıklı yarar ve güven, eşitlik ve hoşgörü, tecrübe paylaşımı da İpek Yolunun karakteristiğidir. Avrupa ile Asya ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkinin daha da yoğunlaştırılması, işbirliğinin daha da derinleştirilmesi ve gelişme alanının daha da genişletilmesi için İpek Yolu hattını yeniden hayata geçirebiliriz.

Üzerinde yaklaşık 3 milyon nüfusu barındıran İpek Yolu hattının sahip olduğu çap ve potansiyel eşsizdir.

Konuyu özetlemek gerekirse, farklılıkları da gözeten ortaklık ve sorumluluk ilkeleri temeli altında bölgesel ekonominin dolaşım hızı ve kalitesinin yükseltilebileceğine ve ortak yarar ve kazançlar elde edileceğine inanıyoruz.

BALKAN BİRLİĞİ AVRUPA İSTİKRARININ KAYNAĞIDIR

Balkanlar konusunda Marmara Grubu Vakfı yıllardır özen ve dikkatle etkinlikler ortaya koymaktadır. Zira Balkanlar’da barışın yaşaması, huzur ve istikrarın sürekliliği Marmara Grubu Vakfı'nın değer ölçüsüdür. Bu değerler ve hedefler, geçmişte ve günümüzde olduğu gibi, gelecekte de insanlığa ışık tutacaktır.

Bu bölgede dün Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya ve Türkiye vardı. Altı ülkeli Balkanlar bugün Yugoslavya’dan doğan Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Kosova’yla on üç ülkeye ulaşmıştır.

Elbette bu ulaşım esnasında sıkıntılı günler, anlaşmazlık dolu aylar, günler bölgenin istikrarına rahatsızlık vermiştir.

Bugün bize düşen sabırla, itina ile barışın sürdürülebilir kılınmasının teminidir.

Barış için ülkelerin refahı önemlidir.

Refahın varlığı ise kültürle, zenginlikle ve eğitimle gerçekleşebilir. Her ne kadar; Balkanlar Avrupa’nın en zayıf halkası olarak nitelendiriliyorsa da, Balkan’sız bir Avrupa’yı düşünemeyiz.

Balkan coğrafyası bir dinler harmonisidir. Ortodoksluk, Katoliklik, Müslümanlık ve Musevilik sayısız cemaat, tarikat, sekt ve disiplinlerle varlığını sürdürmektedir.

Gene Balkan coğrafyası bir diller zenginliğine sahiptir. Türkçe, Boşnakça, Sırpça, Bulgarca, Romence, Yunanca, Arnavutça, Makedonca, Karadağca, Slovence, Hırvatça ve İngilizce bu bölgenin ortak zenginliğidir.

Dinler bu bölgede sokaktan sokağa, diller bu coğrafyada evden eve farklılık arz etmektedir. Diller de, dinler de iç içedir.

Dolayısıyla bu kadar çok din ve dilin ve de lehçenin var olduğu bir coğrafyada elbette birliği ve beraberliği sağlamak kolay değildir. Bu birlik ve beraberlik olmamış mıdır?

Olmuştur.

Osmanlı yaklaşık beş yüzyıl bu bölgelerde dine, dile karışmadan ve adem-i merkeziyetçi bir yapıyla buraları birlik ve beraberlik içinde tutmuştur.

Eski Yugoslavya’da Mareşal Tito Sırbistan’ı, Karadağ’ı, Makedonya’yı, Slovenya’yı, Kosova’yı, Bosna Hersek’i kendisi bir Hırvat olduğu halde bir arada tutabilmiştir. Mareşal Tito etnik ve dinsel farklılıkları yapıştırmıştır.

Osmanlı kimsenin dinine karışmadı. Diline karışmadı. Bir de vergi verdiği sürece, kimseyi ekonomik bakımdan sıkıntıya uğratmadı. İnsanları güvenlik içinde tuttu. Sınırları mesele olmaktan çıkardı.

Osmanlı’nın varlığını Ernest Renan’ın o dönemde ortaya koyduğu milliyetçilik kavramı yerle bir ederken, Tito’nun oluşturduğu ılıman iklimi de, Miloseviç inanılmaz bir siyaset anlayışıyla altüst etti.

Elbette bunlar objektif değil sübjektif yaklaşımlardır.

Bu söylediklerim dünün resimleridir.

Bugünün resimlerinde çok dinli, çok dilli ve de bayrağı ayrı, pasaportu başka insanları birbirlerine karşı zerafet içinde muhafaza edebilmenin yolu önemlidir.

Bu yol da diyalogdur.

Ancak sürdürülebilir bir diyalogla umut ve unut paradigması içinde yarınları kucaklayabiliriz.

Dünün problemlerini, açmazlarını ve olmazlarını gündemden uzaklaştırmamız gerekmektedir. 

İNSAN TİCARETİ ÇAĞIMIZIN MESELESİDİR

Uğraşı alanımıza giren bir başka önemli konu da düzensiz göçle etkin mücadeledir. Göçmenlerin haklarının korunmasının yanı sıra istemsiz göçün sebep olduğu ve içinde bulundukları ülkelere verdikleri sosyal ve maddi zararlar göz ardı edilmemelidir.

Kimisinin daha iyi şartlarda yaşamak arzusu ile çıktığı yol, kimisinin ülkesinde yaşadığı terörden kurtulmak için başvurduğu çare veya yaşanan savaştan kaçma gibi bahane ve sebeplerle başvurdukları göçmenlik maceraları artık masumiyet ilkesinin dışına taşmış bulunmaktadır. Zira modern kölelik olarak adlandırabileceğimiz kötü bir ticaret sahası oluşmuştur. Bu saha narkotik mücadele kadar önemlidir. Dolayısıyla Marmara Grubu Vakfı düzensiz göçün takip ve mercek altına alınmasından yanadır.